Mehmet ŞAN
Mehmet ŞAN
mehmetsan@giresungundem.com
ENKAZ ALTINDA 12 SAAT
  • 0
  • 394
  • 01 Mart 2023 Çarşamba
  • +
  • -

6 Şubat 2023 depreminde Kırıkhan’da yaşamakta idik. Tek katlı evimiz çöktü, enkaz altında kaldık. 12 saat sonra da, kendi yakınlarınızın olağanüstü çabaları ile kurtarıldık. Bu 12 saatin her anı hafızamda canlı olarak duruyor.

O anları anlatmaya çalışacağım. Önce yaşadığımız evi tarif etmeliyim:

Evimiz Kırıkhan Kurtuluş mahallesinde 800 m2 bahçe içinde, 200 metrekare kullanım alanı olan, iç tavan yüksekliği 3.4 metre, dış duvarlarının kalınlığı 70 cm, taş örme, tavanı beton, betonun üstünde sac çatısı olan, Fransız mimarisi tarzında ve Ermeni ustalar tarafından inşa edilmiş, tarihi değerde bir bina idi.

Güney tarafı Erciyes sokak, Doğu tarafı (Giriş kapısı ve ön bahçe) Lale sokak, batı tarafı arka bahçe, kuzeyi de komşu evine bitişikti. (Ki, depremde bu iki katlı komşu evi, bizim yatak odasının üstüne devrilmiştir)

***

Deprem anı, çöküş ve enkaz altında Yaşadıklarımız:

1- Uykunun en derin olduğu bir sırada korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Eşimle birlikte, ani bir refleksle, yatakların kenarında oturur pozisyon aldık. Başucu lambası yanıyor, oda aydınlıktı. Duvarlar, eşyalar salıncak misali gidip geliyordu. Depremin çok şiddetli olduğu çok belliydi. Sarsıntı uzun sürdü. Nihayet durdu. Bu aşamada yapı ve eşyalar yerinde duruyor, herhangi bir yıkılma ve eşya devrilmesi yoktu.

Büyük bir şaşkınlık içinde idik. Ne yapacağımızı düşünecek halde değildik. “Çok şiddetli oldu ama şükür olsun geçti…” dedik.

İlk sarsıntı ile yatakların kenarlarına oturmuş öylece duruyorduk. Eşime “yerimizden ayrılmayalım,” dedim. Dememle beraber, aradan fazla bir zaman geçmemişti ki, odanın iç kapısı füze yemiş gibi büyük bir gürültü ile oda içine doğru patladı. Aynı anda, çok korkunç bir gürültü ve sarsıntı ile duvarlar bir anda içeri doğru çökerken, dam da üstümüze indi. Bu esnada ışıklar da söndü.

*

2- Ikinci sarsıntı durduktan ve dam çöktüķten sonraki durumumuz:

İlk sarsıntıda olduğu gibi, aynı oturur pozisyonda idik. Sarsıntılar bir müddet devam ettikten sonra durdu. Zifiri bir karanlıkta ama boşluk bir yerdeydik. Üstümüze bir şey düşmemiş yani, bir şeyin altında sıkışmışdeğildik. Seslenerek eşimle birbirimizi bulduk ve bulunduğumuz pozisyonu anlamaya çalıştık. Bu arada, yatarken telefonu başucumuzdaki etejere koyduğumu hatırladım. El yordamıyla telefonu buldum. Telefonun ışığı ile içinde bulunduğumuz ortamı belirlemeye çalıştım. Ortam şuydu:

Her ikimizde yatakların kenarında oturur vaziyette idik. Dam başımızın dört parmak üzerine kadar inmiş, arka bahçe duvarı üzerine doğru 45 derece eğimle? pencere boşluğu tabanının 30-40 cm üstüne kadar çökmüştü. Tavan betonu bütünlüğü bozulmamış, blok halinde sağlam görünüyordu. Bir manada dam başımızın üstünde bir koruyucu gibi durmuştu. Benim etrafım enkaz dolu idi. Hareket edebileceğim alan oturduğum yer ile sınırlıydı. Fatma’nın etrafı da öyle, enkaz dolu idi. Bu arada Fatma’nın ayak bilekleri ikisi de taş altında sıkışmış, ayakları hareket ettirilemiyordu. Ayak ucu tarafımızda gardrop bize doğru devrilmiş, omuz hizamızda tavana yaslanarak, 45 derece eğimle durmuştu, kapıları açılmıştı.

Bulunduğumuz boşlukta tek sağlam taraf başucumuzda ve bahçe tarafındaki pencerenin alttan 30-40 cm’lik kısmı idi. Pencerenin sağlam duruşu ve arka bahçeye bakıyor oluşu bizim için bir umut oldu.

Çıkabileceğimiz tek yer bu pencere olarak görünüyordu.

*

3- Deprem durmuş, yerimizi ve pozisyonumuzu belirlemiştik. Saat daha 4.5’tu. Zifiri bir karanlıkta, sabahı beklemekten başka yapacak hiçbir şeyimiz yoktu.

Bu arada dam çöktüğü esnada her ikimiz de  ıslanmıştık. Oturduğumuz yataklar da ıslanmıştı. Üşüyor ve titriyorduk. Gardrop benim sol tarafımda idi. Elimi uzatarak kuru gömlek ve ceketlere eriştim. Onları alıp kısmen üzerimize örtündük.

Bunlar yaşanırken Allahtan üstümüzde bir metanet, sabır ve sükûnet vardı. Konuşmaya başladık. Dedik ki;

– “Eğer vademiz geldi ise Allah bugün bizi burada teslim alır. Eğer vademiz dolmadı ise, bir şekilde bizi buradan çıkartırlar. Yapmamız gereken şey kurtulunca kadar gücümüzü ve metanetimizi muhafaza etmek…”

Dualar okuyup helalleştik ve Beklemeye başladık…

*

4- Ortalıkta ses seda yoktu. Zifiri bir karanlığın içindeydik. Nihayet, ortalık aydınlanmaya başlamış olmalı ki, pencere tarafında, tavanın hemen altından bir çizgi halinde ve bir kuş gözü kadar ışık huzmesi sızmaya basladı. Bu ışık huzmesi bize ümit oldu. Bulunduğumuz yer ile bahçe arasında bir bağlantı vasıtası olabilirdi. Sesimizi duyurabilirsek, bu ışık huzmesi üzerinden irtibat kurulabilirdik. Ama, ortalıkta, hala ses yoktu.

Nihayet, Erciyes sokak ve Lale sokak taraflarından insan sesleri gelmeye başladı. Kurtarma çalışmaları telaşı vardı seslerde. Sesler gelmeye başladıktan sonra biz ara ara,  “imdaaaat” diye bağırmaya başladık. Bir ara bizim imdat seslerimize dışardan bir cevap geldi:

–  “Baba…Baba…Baba, sen misin?”

Düşündüm…Bizim ailede bana amca, dayı diyen vardı ama, baba diyen yoktu. Bunun üzerine ben ismimi söyleyerek kim olduğumu bildirdim. Bunun üzerine ses kesildi ve kişi her kimse gitti…

Aradan fazla bir zaman geçmedi. Dışardan yeni bir ses daha geldi:

-Amca…Amca…

Ses, kardeşim Şaban’ı kızı Ceren’in sesine benziyordu. Emin olmak için sordum:

-“Ceren sen misin?”

-“Benim amca, Ceren. Siz iyi misiniz? Ben, hemen ötekilere haber veriyorum,” dedi.

Biraz sonra kardeşim Döne’nin oğlu Serhan seslendi:

-“Dayı dayı…İyi misiniz, bulunduğunuz yer nasıl?” Diye sordu.

Serhan sen misin, dedikten sonra yerimizi, iyi olduğumuzu, pencerenin hemen arkasında bulunduğumuzu söyledim.

Serhan muhtemelen ötekilere çağırmaya gitti. Biraz sonra Ahmet abimin oğlu Ömer geldi. Amca ben Ömer, nasılsınız dedi ve elindeki malzemelerde dışarda bir şeyler yapmaya başladı. Ömer’e pencereyi tarif ettim ve bize ulaşabilecekleri yeri anlatmaya çalıştım. Ama belli ki Ömer’in molozları kaldırmaya gücü yetmiyordu ama, can havliyle uğraştığı da belliydi. Nefes nefese kaldığını sezebiliyordum. Meğer pencere ile bahçe arasına moloz yığılmış.

Bir zaman sonra İboş da geldi (İbrahim sezer – şoför). “Amca” diye seslendi. İboş sen misin, dedim. Evet, dedi. İboş’a bulunduğumuz yeri tarif ettim. Pencerede Damın altından sızan Işık huzmesinin bulunduğu yere telefonun ışığını tutacağımı söyledim. Tarif ettiğim yere yaklaştı. Ben ışık tuttum, iboş ışığı gördü. Kendi de tuttu, ben de o ışığı gördüm. Ancak tam bu sırada benim telefonun şarjı bitti.

İboş çalışmaya başladı. Işık gelen yere ulaşmaya çalışıyorlardı. Ama bir türlü yaklaşamadıkari anlaşılıyodu. Derken, İboş:

–  “Böyle olmayacak…Ben traktörü getirmeye gidiyorum. Bu molozlar ve pencere önünü temizlemeden ulaşamayacağız,” dedi. Şimdilik şuradan bir hava deliği açalım diyerek bir taşı ittirdi. Ittirmesiyle  birlikte avuç ayası kadar bir yer açıldı ve içeri işık (aydınlık) doldu, bulunduğumuz yer aydınlandı. Ben İboş’a bir taşın düştüğünü, içeri ışık girdiğini söyledim. Tamam amca. İnşallah sizi oradan çıkaracağız ama traktör getirmemiz gerekiyor, ben köye gidip traktörün getireceğim, dedi ve gitti.

Bir saatten fazla bir zaman sonra iboş traktörle geri döndü.  Arka bahçede traktörle çok uğraştılar…Ama bir türlü ışık giren Taşın açtığı deliği bulamıyorlardı. O arada ben elimi gardroba uzatarak bir tel elbise askısı buldum. Askının baş kısmını kıvırarak kırdım. Kalan kısmını da düzelterek 1 metrelik bir çubuk haline getirdim. Bu tel çubuğu ışık gelen yerden dışarı doğru uzattım. İboş, Telin dışarı çıkan ucunu gördü:

– “Taman amca, şimdi yerinizi kesin belirledik, sizi yarım saate kalmaz çıkartırız inşallah, sabredin” dedi ve çok yoğun bir çalışma başlattılar.

Ellerinde uzun bir demir taş sökücü vardı. Önce ışık gelen yerdeki bir taşı daha düşürdüler. Delik biraz daha genişledi. Artık ben demirin ucunu rahat görebiliyordum. İçerden onları, hangi yöne doğru ve hangi taşı düşüreceklerini tarifle yönlendirmeye başladım. Bundan sonrası kolay oldu. O ışık giren el ayası kadar boşluk, bir tünel galine gelmeye başladı. Bir kişinin girip çıkmasına izin verecek kadar da genişletildi.

Artık çıkabilirdik. Ancak, Fatma’nın ayakları taşlar altında sıkışıktı ve kendi haline çıkabilmesi ihtimali yoktu. Dışardan yardım gerekiyordu. Bunun için bize bir cep telefonu vererek, “ayakların, Taşın ve bulunduğumuz yerin durumu resim olarak çekin,” dediler. Resimleri çekip verdik. İboş’un yeğeni Özgür (Cuma Sezer’i Oğlu), “ben içeri girerim,” dedi ve büyük bir cesaretle tünelden geçerek içeri girdi. Elindeki çekiç ve taş keskisi ile yavaş yavaş vurarak taşı (Allahtan ayağı sıkıştıran taş tuğla ve sıva imiş) parçaladı ve ayağı kurtardı. Artık Fatma da serbestti. Önce Fatma sonra ben, tünelden sürünerek dışarı çıkartıldık. Ben tüneli geçerken çok zorlandım. Kalbim sıkışıyor, nefesim tıkanıyodu. İki üç kez durup dinlenerek çıkabildim.

Dışarı çıktığımda evin, pencerenin ve enkaz altında  kaldığımız yerin halini görünce dondum kaldım. O ortamda bize ulaşmaları, tünel açmaları ve bizi çıkarmaları gerçekten bir mucize idi. Akraba ve yakınlarımız, At kuyruğu gibi yağan yağmurun altında ve tamamen kendi imkan, araç ve gereçleri ile aralıksız 9 saatlik bir çalışarak bu mucizeyi gerçekleştirmiş,  bizi kurtarmışlardı. Biz şu an yaşamakta olduğumuz canımızı önce Allah, sonra İbrahim Sezer  (İboş), Özgür Sezer, yeğenlerim Ali Sarı, Ömer Ayparlar, Serhan Bolat ile kardeşlerim ve yardım eden diğer yakınlarımıza borçluyuz.

*

5- Bizi kendi arabalarımıza koyup köye götürdüler. Benim baş ve kollarımda çizikler vardi. Fatma’nın her iki ayak diz altında ezikler ve ileri derece şişlikler vardı. Doktor bulma imkanı yoktu. Ertesi gün Fatma’yı gelişim hastanesine götürdüler. Grafi çekilmiş, Kırık yoktu. 3 günlük serum verip, idrar takibine aldılar.

Artçı sarsıntıların devam ediyor olması üzerine sağlık ihtiyaçlarımızı da dikkate alarak Ankara’ya oğlumuzun evine geldik.

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM