GEMİNİZİN ROTASINI ALLAH’A ÇEVİRMEDİKÇE, MUTLULUK LİMANINA YANAŞAMAZSINIZ

GEMİNİZİN ROTASINI ALLAH’A ÇEVİRMEDİKÇE, MUTLULUK LİMANINA YANAŞAMAZSINIZ

Hepiniz mutlu olmayı istersiniz değil mi?  Allah’ın sizin için öngördüğü mutluluğa mutlak olarak alabilmek zor değildir. Ne yazık ki insanlar mutluluğu, onun aranması lâzım gelen yerin dışında ne kadar yer varsa hepsinde ayrı ayrı arıyorlar. Ama oralarda, çıkmaz sokaklarda, bataklıklarda Allah’ın mutluluğunu bulmak mümkün değildir.

Mutluluğun aranacağı yer Allah’ın emirleri ve Kur’an-ı Kerim’dir. Ve kim Allahû Tealâ (c.c.)’nin insanlara bir mutluluk davetiyesi olarak, bir mutluluk reçetesi olarak ve bir mutluluk taahhütnamesi olarak indirdiği Kur’an-ı Kerim’deki temel esasları ve detayları yerine getirirse, o kişi mutlaka hem ahiret saadetine yani cennete, hem de dünya saadetine ulaşır.

gemi

Allah, bu mutluluğu Kur’an-ı Kerim’de son derece net standartlarda vermiştir. Allahû Tealâ bütün insanlara, bütün insanlığa bir çağrı yapıyor, bir davetiye çıkartıyor. Nasıl mı? Ezelde Yüce Rabbimiz hepimizi huzurunda topladığını söylüyor. A’râf Sûresi 172. Âyet-i Kerimesi’nde Allah’a yeminler veriyoruz.

Öyleyse olaylara bakalım. Ezelde Allahû Tealâ’ya ne dedik? Nefsimize yemin verdik. Niçin? Tezkiye olsun diye. Eğer tezkiye olursak Allahû Tealâ’nın ‘Mutmainne’ noktasını aşacağımız için nefsimiz mutmain olacaktır. Yani doyuma ulaşacaktır. Yani Allah’ın verdikleriyle mutlu olmayı, yetinmeyi, Allah’ın verdiklerinin bize yettiğini hissetmeyi öğreneceğiz ve Allah’tan razı olacağız.

Ve böylece bu yeterlilik noktası bizim için tahakkuk ederse, artık bizim için söz konusu olan şey Allah’ın verdiklerinin bizim için yeterli olduğunun farkına varmaktır. Bunun doyumunu yaşamaktır. Ve tabiatıyla böyle bir şey bizi Allah’tan razı olmaya ve O’na şükretmeye götürecektir. Ve biz Allah’tan razı olduğumuz zaman Allah’ta bizden razı olacaktır.

İşte görüyoruz ki bir insanın Allah’a verdiği yeminlerden nefsini tezkiye etme konusundaki yeminini yerine getirmesi, demek ki o kişiyi daha bir huzurlu hale getiriyor.

Peki, ruhumuz Allahû Tealâ’ya nasıl bir yemin vermiş?

Bu yeminin adına “misak” diyor Kur’an-ı Kerim’imiz. Ve ruhumuz biz ölmeden evvel Allah’a ulaşmak istikametinde Allah’a yemin vermiş. Misak adlı bu yeminin Allahû Tealâ’nın indinde bir insanı huzura kavuşturması, insan ruhunun vücudundan ayrılarak Allah’a doğru seyr-i sülük adlı bir yolculuk yapması ve Allah’ın Zât’ına ulaşmasıyla noktalanır. Bu da nefsin yedi kademedeki tezkiyesine paralel bir olaydır. Nefs, yedi tane kademede temizlenirken, aklanırken, ruh da yedi tane gök katını, her bir nefs kademesinin aydınlanmasıyla, aklanmasıyla, temizlenmesiyle aşar. Ve sonunda Sidretül Münteha’yı aşarak Allah’ın Zât’ına ulaşır.

İşte bu “Vuslat” olayıdır. Allah’ın bütün evliyası bu vuslatı yaşamışlardır ve yaşadıkları için “Velî” olmuşlardır. Allahû Tealâ’nın evliyasından olmuşlardır.

İşte burası saadetin başlangıç noktasıdır. Çünkü insanın nefsine olan hâkimiyeti burada belirgin hale gelir. Bu, kişiye ahiret saadetini sağlar. Çünkü Allahû Tealâ, kim nefsini tezkiye ederse, temizlerse, arıtırsa ve ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırırsa; bu iki görevi yapan fizik vücudunu, bu iki yeminin ve misakin yerine getirilmesinde temel faktör olması dolayısıyla, Allah’ın kulluğuna kabul eder.

Zaten insan fizik vücudunun Allah’a verdiği yemin de şeytana kul olmaktan kurtulup, Allah’a kul olmak istikametindedir, şeklindedir. Öyleyse görüyoruz ki böylece biz insanlar Allahû Tealâ’nın bize hedef gösterdiği ahiret saadetine ulaşmış oluyoruz. Çünkü; kim nefsini tezkiye ederse, ruhunu Allah’a ulaştırmışsa ve fizik vücudunu Allah’a kul ederse o kişi Allah’ın ahiret saadetine mutlaka ulaşır. Dünya saadetine ulaşmak daha ötede bir olaydır. Bu noktadan itibaren kişinin yedi tane velayet kademesini aşması gerekir. Daimî zikre ulaşması gerekir, irşada ulaşması gerekir ve teslime ulaşması gerekir. İşte Tasavvufun insanları ulaştırdığı yer bu teslim noktasıdır ki İslâm kelimesi de teslim esasına dayalıdır ve insanı teslime ulaştırır. Yani aynı noktaya…

Bir insan ancak Allah’a üç cesedini birden teslim ettiği zaman, üçünü de teslim ettiği zaman dünya saadetine erişir. O zaman Allah’a teslim olan bir insan İslâm olmak şerefine de ermiştir. Tasavvuf, insanları teslime ulaştıran bu kâinattaki tek yoldur. Ve bu yolun gerçekleşebilmesi için kişinin mutlaka mürşidine ulaşması lâzım. Bu ise o kişinin mutlaka Hacet namazını kılıp Allah’tan mürşidini sormasıyla gerçekleşen bir olaydır. Çünkü; Allah kimseye kendi başına mürşid seçme hakkını vermemiş. Bu, Allahû Tealâ’nın indinde insanların bu hedeflere ulaşması onlara ne sağlar? Eğer insanoğlu daimî zikre ulaşmışsa, eğer insanoğlu irşada ulaşmışsa, eğer insanoğlu teslime ulaşmışsa o kişi ahiret saadetinin ötesinde bir de dünya saadetine ulaşmıştır. Tıpkı bundan 14 asır evvel Sahabe’nin ulaştığı gibi.

Biliyorsunuz ki o devre Asr-ı Saadet diyoruz. Neden? Çünkü bütün sahabe Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile beraber hepsi daimî zikre ulaşmışlardı, hepsi irşada ulaşmışlardı ve hepsi üç vücutlarını da; yani sırasıyla ruhlarını, fizik vücutlarını ve nefislerini Allah’a teslim ederek teslim keyfiyetini yerine getirmişlerdi. Ve İslâm olma şerefine de ulaşmışlardı.

Nefsimizde sadece afetler var. Bu afetlerin kontrolü altına girdiğimiz zaman, afetler şeytandan aldıkları telkinlerle bizi hep huzursuz edecek davranışlara iterler. Ve nefsinin talebini yerine getiren kişi günah işler. Günah işleyen kişi ise mutlaka günahın arkasından üzülür, arkasından da ruhu nefsine azap ettiği için bir defa daha huzursuz oluruz.

Neden üzülür? Çünkü biz ne zaman hayır işlersek, bunu yaptığımız zaman bir mutluluk, bir huzur içimizi kaplar. Ne zaman hayır yaparsak nasıl içimizi mutluluk ve huzur kaplıyorsa, bir günah işlediğimiz zaman da mutlaka huzursuzluk ve sıkıntı hissederiz. Bu sebeple nefsin hâkim olduğu her ortamda işlenen her günahın arkasında mutlaka sıkıntılar gizlenmiştir, o sıkıntıları mutlaka yaşarız. Ama ne zaman bize ruhumuz hâkimse ya da başka bir ifadeyle nefsimizi kontrol altına alabilmişsek o zaman daha çok hayır işlemeğe başlarız. Ve her hayrın arkasından mutluluk duyacağımız için de daha huzurlu bir noktaya ulaşırız.

Bu mutluluğun mutlak olduğu, saadete, mutlak saadete ulaştığımız yer ise nefsimizdeki bütün afetleri yok ettiğimiz, yani nefsimizi tasfiye ettiğimiz, onun bütün afetlerinden kurtulduğumuz noktadır. Allahû Tealâ’nın istikametinde gayretler daimi zikirle noktalanır. Kim zikr-i daime ulaşmışsa işte o kişi için, onun kalbinde, nefsinin kalbinde müzeyyen olma söz konusu olur. Ve bu mutlak aydınlığın bir insanın kalbinde oluşması Allahû Tealâ’nın indinde son derece açık bir sonucu doğurur. O kişinin kalbinde karanlıklarla temsil olunan nefsin afetleri bütünüyle yok olur. Ve o kişinin nefsinin kalbinde Allah’ın nurlarıyla temsil edilen fazıllar, yani ruhun bütün fazl adındaki hasletleri, nefsin bütün afetlerinin yerini alır. Artık nefsin, vücudun kumandanı olan akla bütün talepleri hayır istikametindedir. Ve bu sebeple kişinin iç dünyasında da, dış dünyasında da, Allah ile olan ilişkilerinde de mutlak saadet hasıl olur.

Allahû Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’i indirmekle insanlara hedef gösterdiği şey; sadece ve sadece insanoğlunun mutluluğudur ve huzur içinde, hem dünya hayatını yaşamasıdır. Hem de ahirette mutlaka cennete gitmesidir.

Dünya üzerinde yaşanan tüm sıkıntıların, savaşların, kavgaların, ortadan kalkmasının tek çözümü vardır: Kuran ahlakı ve Allah’ın emrettiği gibi (SIRATI MUSTAKİM) üzere olmak.

FATİHA 7; “O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.”

Allahû Tealâ, Sıratı Mustakîm’e ulaşan kişinin tarifini vermektedir. Kişi mürşidine ulaştığı zaman eğer Allah’a ulaşmayı diliyorsa yedi şahidin huzurunda bu görünür. Sıratı Mustakîm, Allah’ın gadap duyduğu kişilerin yolu değildir.

Allahû Tealâ, Kendi davetine icabet ederek mü’min olanların duasına, davetine icabet ettiğini ve onları irşada memur ve mezun olma noktasına (iradelerini de Allah’a teslim edecekleri noktaya) kadar götüreceğini ifade etmektedir.

Davete icabet edilmesi veya edilmemesi iki âyet-i kerimede çok açık anlatılmaktadır.

RA’D-14:  “Hakkın daveti O’nadır (Kendisinedir, Allah’adır). O’ndan başkasına davet ettikleri (şeyler), onlara bir şeyle icabet etmezler. Onlar ancak suya, onun ağzına, suyun ulaşması için avucunu açmış kimse gibidir. O (su), ona ulaşacak değildir. Ve kâfirlerin daveti, dalâletten (su nasıl onların ağızlarına ulaşamıyorsa, dalâlette olanlar da hidayete ulaşamaz) başka bir şey değildir. ”

Mü’min olan kişi Allah’a ulaşmayı dileyerek kalbine îmân girendir ve bu kişi Sıratı Mustakîm’in üzerindedir. Sıratı Mustakîm üzerinde olan kişi Allah’a ulaşmayı dileyip, mürşidine tâbî olduğu zaman ni’met sahibi olur.

Allahû Tealâ’nın gadap duydukları kâfirlerdir. Kâfir ise Allah’a ulaşmayı dilemeyen, kalbinde küfür kelimesi yazan ve Sıratı Mustakîm üzerinde bulunması imkânsız olan kişidir. Fâtiha-7’nin sonunda “dalâlette olanların yolu değildir” buyurmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de Ra’d suresinin 27. âyet-i kerimesinde Rabbimiz, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin dalâlette olduğunu ifade etmektedir:

RA’D-27:  “Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”

Sevgi ile kalın…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?