SADECE BİR DİLEK…

SADECE BİR DİLEK…

Allah’u Teala’nın tek bir muradı var; biz insanların çok mutlu olması ve herkesin sonsuz bir saadete ulaşması. Allah yarattığı mahlûkatının içinde en çok insanı seviyor. Bunu nereden anlıyoruz?

Casiye Suresi’nin 13.ayetine baktığımızda Allah’u Teala‘nın kainatı insan için yarattığını görüyoruz.

CASİYE-13: “Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.”

İnsanları ise Kendisi için (Allah’a kul olsunlar diye) yaratmış.

51/ZARİYAT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya’budûn(ya’budûni).

Biz, insanları ve cinleri başka bir şey için değil; Bize, kul olsunlar diye yarattık.

İnsanın yaratılış gayesi Allah’a kul olmaktır. Allah, insanı üç vücut, serbest irade ve akıl ile yaratmıştır. Üç vücuttan oluşan tek varlık insandır, nefs, ruh ve fizik vücut.

Mürşid sevgisi, Rahmanî bir sevgidir ve kişi Allah’a ulaşmayı dilediği anda kişinin içine mürşid sevgisini veren Allahû Tealâ’dır.

Allah’a ulaşmayı dileyen bir Allah dostu; mutlaka nefsini Allah yolunda terbiye etmek, ahsene ulaşmak ve Allah’ın halis bir kulu olmak için mutlaka bir mürşide muhtaçtır. Bildiğiniz gibi bütün Allah dostları mutlaka bir mürşid elinde yetişmiştir.

Peki, bir insan kendi kendine, bir mürşidin vesilesi olmadan nefsini tezkiye edebilir mi?

İşte bu mümkün değildir. İlk önce kalbenin derinliklerinden Allah’a ruhunun ulaşmasını dilemeli, dilediği an Allah işitir, bilir ve görür. Allah, kişiyi mürşidine ulaştırır. Öyleyse bu konuda Abdulkadir Geylanî Hazretlerinin sözlerine bakalım, ne dersiniz? Abdulkâdir Geylânî Hazretleri, sözlerinde mürşide ulaşmadan nefsin tezkiyesinin imkânsız olduğunu söylüyor ve şöyle buyuruyor:

“Ey nefs ve hevai arzularının tabiatının kulu! Sen kendi görünüşünde kanaat etmiş, sana hakikatleri öğretip terbiye edecek bir üstad-mürşid edinmemişsin.” (Sohbetler Kitabı)

İşte Yunus’u mürşit kapısına götüren bu istek değil miydi, sevgili kardeşlerim? Allah’a ulaşma dileği. Yunus Emre Hazretleri, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri’nin tesirli sözlerinden sonra günahlarından arınmak için bir çare arıyordu ve aradığını bu kapıda yani mürşit kapısında bulmuştu. Çünkü onu Allah’a götürebilecek ve günahlarından kurtaracak olan tek kapı, mürşid kapısıydı. Sahâbe de aynı şekilde Peygamber Efendimiz Muhammed (S.A.V)’in kapısında ömrünü harcamamış mıydı? Allah dostları da kendilerini mürşid elinde eğitmemiş miydi?

Yunus’u ilk önce uyandıran ve aklını başına getiren Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri, onu terbiye edecek olan Taptuk Emre’ye sevk ediyordu ve şöyle söylemişti:

“Yunus’un nasibi, Taptuk Emre elindedir. Artık, kilidi ona verildi.”

(Vehbi Vakkasoğlu, YUNUS EMRE)

Onun tek dileği, Allah’a dost olmaktı. Ölmeden önce ölmek, her şeyini feda ederek Allah’a teslim olmak, sevgisinde yok olmak ve ölmeden önce Allah’ın Zat’ına gitmekti.

Nebîler Sultanı Peygamberimiz Muhammed Muhammed Mustafa (S.A.V), bir hadîs-i Şeriflerinde şöyle buyurur: “Ölmeden önce ölünüz.”

** (Buradaki ölmeden önce ölünüz ifadesi ölmeyi değil, hayatta iken hidayete ermeyi, Allah’a ulaşmayı ifade eder. Bu hadîs müteşabih bir hadîsdir.)

İşte Yunus Emre Hazretleri’nin de yaşadığı hayat, ölmeden önce ölmek, ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmaktı. Yunus Emre, mürşidi Taptuk Emre’nin kapısında Allah’a ulaşmayı dilemiş ve ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmış, velâyet makamlarını geçmiş ve Allah’ın dostu olmuştu.

Gerçekten Rabbine ulaşmayı dileyen kişi, mutlaka kendisini Allah’a götürecek bir öndere, mürşide ulaşması ve tâbî olması gerekiyor ki, neden gerekiyor? Çünkü Allah farz kılmıştır. Olmazsa olmaz bir şarttır bu. Böylece mürşidin kılavuzluğu altında ve ondan aldığı feyzle nefsini tezkiye ederek Allah’a ulaşabilsin, Allah’a erebilsin ve Allah’a dost olsun. İşte kişiyi Allah’a götüren, Yunus’u aşka, yanmaya götüren; Mevlâna’yı Mevlâna, Üveys’i Üveys yapan Peygamberimiz Muhammed (S.A.V) Efendimize ve mürşidimize duyulan sevgidir. Ancak şu dünya hayatını yaşarken; “Allah’ım! Senin dostların gibi, Yunus Emre gibi, Mevlana gibi, Aksemsettin Hz. gibi ben de ruhumu Sana ulaştırmayı diliyorum. Senin dostun olmak istiyorum” diye kalbinden yapacağın sadece bir dilek seni mutluluğa ulaştıracaktır.

Allah zikriyle kalbe nur iner. Zikirle gelen nurlar nefsin afetlerini temizlediği için kişinin sevgisi artar. Dünya hayatını huzurlu ve mutlu geçirir. Allaha ulaşmayı dilediğinizde Allah göğsünüzden kalbinize bir nur yolu açar. Allah zikriyle kalbinize nur göndermeye başlar. Kalbinize gelen nurlarla huşûya ulaşırsınız. Kalbinizde Allah ve mürşid sevgisi oluşur. Huşuya ulaşan kişi hacet namazı kılar.

Bakara 45’te HACET NAMAZI ile bizi Allah’a ulaştıracak mürşidimizi Allah’tan istemek üzerimize farz kılınmıştır.

BAKARA-45: “(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.”

Hacet Namazı; Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece saat 24′ den sonra, saatler 1 saat ileri alındığında gece saat 1’den sonra boy abdesti alarak 4 rekatlık Hacet Namazı’na niyet edilir. Namazda aşağıdaki âyetler okunur;

  1. Rekâtta: Subhaneke + Fatiha + 3 Âyetel Kürsî
  2. Rekâtta: Fatiha + İhlâs + Felâk + Nas.

Oturuş: Ettehiyyâtü

  1. Rekâtta: Fatiha + İhlâs + Felâk + Nas.
  2. Rekâtta: Fatiha + İhlâs + Felâk + Nas.

Oturuş: Ettehiyyâtü+Allahummesalli+Allahummebarik+Rabbena

Namaz bittikten sonra kişi Allah’tan mürşidini göstermesini diler. Hiç konuşmadan göğsü kıbleye gelecek şekilde sağ tarafının üzerine yan üstü yatar. 3 Âyetel Kürsî okunur ve Allah’tan mürşid istenir. “Allah, Allah” diye zikir çekerek uyunur. Eğer ilk namazdan sonra yatıldığında bir şey görülmez ise tekrar tekrar, her Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece namaza devam edilmelidir. Her gece de kılınabilir.

Sonuç olarak; yani bu dünyada eğer kişi Allah’a ulaşmayı dilemez, mürşidine tâbî olmaz, nefsini tezkiye ve tasfiye etmezse rahat bulması, huzura ermesi ve saadete ulaşması mümkün değildir. Kendisi huzursuzluk ve mutsuzluk içerisinde olan bir insanın etrafındaki insanlara huzur vermesi de mümkün değildir. Âleme de huzur veremez. Ve o insan bir bitki gibi gelir, tekrar bir bitki gibi gider ama bu sefer de kimlerle karşı karşıya kalır? “Dayansın ehl-i kubur.” diyor. Artık varın siz düşünün. Bu ehl-i kubur kimlerdir ve “dayanmanın” ne ifade ettiğini varın siz anlayın. Allah hepinizden razı olsun… Sevgi ile kalın…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?