Suna Doğanay (ÖYKÜ Yazarı)

Suna Doğanay (ÖYKÜ Yazarı)

Havadaki soğuğa rağmen balkona çıktı. Biraz hava almak istiyordu. Kapının çalındığını duyunca içeri girdi. Yüzünün uyuştuğunu hissediyor, elleriyle ovarak bu can sıkıcı durumdan kurtulmak için uğraşıyordu. Kapıyı açtı. Karısı, eli kolu dolu çantalarla içeri daldı. Onun elindekileri almak üzereyken Halime Hanım: “Aa, Atıf! Senin yüzün yamulmuş,” dedi. Adam koşarak aynanın karşısına geçti. Dudakları sağ tarafa kaymış gibiydi. Kayan bölgeyi elleriyle düzeltmek istedi, yerinden kıpırdatamadı. Korku ve panikle banyoya geçti. Yüzüne soğuk su serpti, değişen bir şey olmamıştı. Aceleyle evden çıktı, en yakın sağlık kuruluşunda aldı soluğu. Doktorlar ellerinden gelen bütün imkânları onun lehine kullandılarsa da düzelmedi yüzü. Giderek daha fazla yamuluyor, korku filmlerindeki maskeli yüzlere dönüşüyordu.

 

Otuz beş günlük tedavi sonrası taburcu edilerek evine döndü. Yüzünün düzelmesi zaman alacaktı. Karısı, oğlu ve kızı başta olmak üzere, ziyaretine gelen tüm yakınları onunla konuşurken yüzüne bakmıyorlardı. Atıf Bey için zor günler başlamıştı. Herkes kaçıyordu ondan. Vebadan kaçar gibi… Uygulanan tedaviler sonuç vermediği gibi, sol kolu ve sol bacağı da felçten nasibini almıştı.

O, mahallenin tek bakkalıydı. Hastalık yüzünden kapalıydı günlerdir. Halime Hanım kocasından fayda gelmeyeceğini anlayınca, “İş başa düştü.” diyerek kepenkleri sabahın erken saatiyle açtı. İçerisi küf ve çürük kokularına boğulmuş, her yer toz içindeydi. Dolapta kalan ekmeklerden, sebze ve meyvelere kadar pek çok yiyecek bozulmuştu. Camları açtı. Bozulan her şeyi çöpe boşalttı. Temizliği bitirip yeni siparişler verdi. Birkaç gün içinde işler düzene girmişti ancak akşam olduğunda eve kendini dar atıyordu. Kocasının temizliği, doyurulması, yorgunluğunu bir kat daha artırıyor, çaresiz katlanıyordu. Hastane masrafları, evin geçimi derken elde avuçta bir şey kalmamıştı.

Atıf Bey susmak bilmiyordu. Tam olarak sözleri anlaşılmayınca kızıyor, yüzündeki gerginlik, görüntüyü daha da çirkinleştiriyordu. Bakımı oldukça zordu. Halime Hanım, gün geçtikçe üzerine yüklenen ağırlıkların etkisiyle, huysuz bir kadın olup çıkmıştı. Günün her saati yüzünden düşen bin parçaydı. Evdeki bu gerginlik, çocukların derslerini de etkilemiş, kırık notlar ardı ardına gelmeye başlamıştı. Bunca yükün altında ezilirken, çocukların başarısızlığı onu deliye döndürmüştü. “Bundan sonra okul yok. Herkes çalışacak. Aç mısınız, açık mısınız, derdiniz ne sizin?” Çocuklar sustukça sesini daha çok yükseltiyor, hızını alamıyordu bir türlü. İşi daha da ileri götürerek çığlık çığlığa bağırmaya başladığında, komşuların baskınına uğradılar. Onlar Atıf Bey’e bir şey olduğunu zannederek koşmuşlardı. Ancak Halime Hanım’ın öfkesinden nasiplerini alarak evlerine döndüler. “Ne var, neden geldiniz, size de seyir lazım, çaylak sürüleri…”

Kızı, beşinci sınıfta okuyordu. Oğlu ise lise sondaydı. İlk dönemin kırık notlarla bitişi, annelerinden çok onları üzmüştü. Böyle karnelere alışık olmadıkları gibi, azarlanıp aşağılanmayı da kendilerine yediremiyorlardı. Kadının öfkesi Atıf Bey’i de çileden çıkarmış, ne dediği anlaşılmayan seslerle böğürür gibi bağırmaya başlamıştı. “Bir sen eksiksin.” Dedi kadın. “Sana ne oluyor ki, sustur artık susturabilirsen!”

Atıf Bey, uzun yıllar yatağa bağımlı yaşadı. Bazı günler yanına hiç kimsenin uğramadığı olur, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için var gücüyle savaşırdı. Yüzünün giderek düzeldiğini fark etmiyordu hiç kimse. Azimliydi, bu savaşı zaferle bitirecekti. Yattığı süre içinde çevresinde olup bitenleri iyice gözlemlemiş, dost düşman diye nitelendirdiği insanları ayırmayı başarmıştı. Yanağına bir öpücük bile kondurmayan çocuklarına için için kızıyor, ailesini geçindirmek uğruna yaptığı fedakârlıkları düşündükçe kahroluyordu. Değer miydi, kim için, neden? Soruları hep yanıtsız kalır, umutsuzluğun kapıları ardına kadar kapanırdı zaman zaman… Sonra yeniden toparlanır, “Başaracağım” der, yüzünü, bacaklarını sağ eliyle ovmaya çalışırdı. Televizyonda seyrettiği iki kolu olmayan, ayak parmaklarıyla yaşam mücadelesi veren genci düşündü. Ayak parmaklarına sıkıştırdığı kaşıkla yemek yemesini, kalem tutuşunu ve hatta direksiyon kullanışını hayranlıkla izlemişti. “Ben de yapabilirim” Diyor, kendi kendini cesaretlendirmeye çalışıyordu. Bu yüzden, şu anki yaptığı hareketler ona tanıdık geliyor, azimle ve yılmadan vücudunun kontrolünü kazanmaya çalışıyordu.

Zamanla, eskisi kadar olmasa da, basit hareketleri yapmayı başarmış, evdekilerden durumu saklamış, her geçen gün iyiye doğru gittiğini kimse fark etmemişti. Herkes evden çıktıktan sonra evin içinde dolaşmanın heyecanı başkaydı. Her sabah bir öncekinden daha güçlü, daha zinde kalkıyordu artık. Şimdi alay etme sırası onundu. Üzerine yapışmış; yıllarını esir almış olan bu vebayı onlara bulaştırıp, vefasızlığın, dışlanmanın acısını çıkaracaktı. Kendisini tamamen iyileşmiş hissettiği günlerden birinde, hazır evde kimseler yokken ve etrafa görünmeden evi terk edecekti. Alet çantasının altında sakladığı yüklü miktardaki nakit parayı, çekleri, hisse senetlerini aldı. Sekiz yıl boyunca, kendisine vebalıymış muamelesi yapan o dünyanın dışına çıkacak, ayakları yere basacaktı. Ailesi ile olan bütün bağları koparacak kadar kırgındı onlara.

Kafası karmakarışıktı. Derin düşünceler içinde çıktı yola. Onların akşamki yüzlerini görür gibi oluyordu. Ailesinin, ilk anda gidişini fark etmeyecekleri kesindi. Yemekler yenilecek, duşlar alınacak, biri ekran karşısında aksiyon filmi izlerken, diğeri internete takılacaktı. Yatmak üzereyken akıllarına gelirse ki bu kişi büyük ihtimalle eşi olurdu. Göz ucuyla odaya bakıp çekilecekti aceleyle.

Durumu ilk anlayan, düşündüğü gibi karısı oldu. “Koşun çocuklar babanız yok” diyecek, kimse inanmayacaktı. “Yatalak, hasta bir adam uçmadı ya!” Diyecekler, yarı sevinçle birbirlerine kurtuluşun müjdesini verircesine gülümseyeceklerdi. Herkes üzüntü senaryosuyla, yapmacık davranışlarla birbirini teselli edecek, polise, komşulara, yakın akrabalara sızdırılan yas haberinin altında yatan sevinci yadsıyacaklardı kendilerinden. Ağlama sesleri duyulacaktı pencereden… Komşular; “Vah, yazık!” diyeceklerdi. Herkes, herkesi aldatacaktı kısacası. Tam o an, kapıdan içeri dimdik girmeliydi. Ama bunu yapmayacaktı, kararlıydı. Dramatik geçmişinden uzaklaşıp, yeni bir dünyada yeniden başlamalıydı hayata. Vebadan kurtulmalıydı. Bütün vefasızlıkları, kötülükleri, ikiyüzlülükleri ardında bırakarak…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?