ZÜLF-Ü YÂRE DOKUNMAK

ZÜLF-Ü YÂRE DOKUNMAK

Zaman, mekân ve tüm mahlûkatın yaratıcısı ve sahibi Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır. Zamanlar ve mekânlar nicelik açısından olmasalar da, nitelik açısından Mevlâ’nın huzurunda bir birinden farksızdır.

 

Ancak, bildiğimiz bazı nedenlerden ve bilemediğimiz birçok nedenler ve hikmetlerden dolayı bir kısım canlılar ile bazı zaman ve mekânlar diğerlerine nazaran daha evladır, daha kutsaldır. Meselâ, diğer canlı-cansız yaratıklara göre insanlar; diğer şehirlere nispeten Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere; diğer mescidlere nazaran Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa; öbür zamanlara göre de bazı mukaddes geceler ve günler daha fazla önem arz eder.

 

Kul olarak bizlere düşen vazife, Mübarek zaman ve mekânların kadr-ü kıymetini bilmek, inancımıza uygun şekilde eda ederek değerlendirmek ve azami derecede fırsatlardan istifade etmektir. Ne var ki, bu cümleden olmak üzere, İslâm belde ve bölgelerinde, asırlardan bu yana Mübarek Geceleri İhya adına bid’at ve hurafeler çığ gibi yayılmakta, İslâm adına İslâmî olmayan hâl ve hareketler hızla yaygınlaşmaktadır.

 

Mübarek gecelerde, Kur’an-ı Kerim’in ve İslâm’ın anlaşılması, hayata uygulanması ve tebliğ edilmesi hususunda neler yapılabileceğinin çareleri aranması ve uygulanması gerekirken…

 

Allah’a, O’nun emrettiği şekilde ibadet, dua ve zikir görevlerinin nasıl eda edilmesi gerektiği anlatılması icap ederken…

 

İslâm Nuru’nun cihana yayılması, Hakk’ın ve adaletin tesisi, haksızlıkların ve zulmün ortadan kaldırılması babında, Cihad faaliyetlerinin nasıl verimli ve faydalı yapılabileceğinin programlanması ve ifası için çareler aramak gerekiyorken…

 

İnsanları mescid ve camilere toplayarak, ibadet niyeti ile mevlid, ilahi ve kasidelerle oyalamak ne kadar akıl işidir, ne kadar mantıklıdır, ne kadar İslâm’cadır?

 

Hangi ibadetleri ne kadar, ne zaman, nasıl ve niçin yapmamız gerektiğini Allah(cc) Peygamberimiz Efendimiz(sav) vasıtasıyla bizlere bildirmiştir. Efendimiz, Peygamberimiz(sav)’in hayatında, uygulamalarında, bu gün bizim yaptığımız şekilde Mübarek Gece kutlamaları, Süleyman ÇELEBİ’nin yazdığı Naat mahiyetindeki o şiir, ilahiler ve kasideler mevcut değildir. Allah Rasulü’nün yapmadığı, yapılmasını emretmediği ve sonradan dine ilave edilen itikat ve ibadet alanındaki eklentilere “Bid’at ve hurafe” diyoruz.

 

Söz buraya gelmişken bu konuda iki Ayet-i Celile ve iki Hadis-i Şerif meali vermekte sonsuz faydalar vardır. Önce Ayet-i Kerimeler:”Biz, Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” (En’am suresi, ayet:38). ” Bu gün dininizi tamamladım ve O’ndan razı oldum…” (Maide suresi, ayet:3) Şimdi ise Hadis-i Şerifler: ” Sözlerin en hayırlısı Allah’ın Kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed(sav) in yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Dine sonradan sokulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir ve her dalalet ateştedir” (S. Müslim:867, S. İbn-i Mace:3/188) Bir başka Hadis-i Şerifte ise şöyle buyurulur: “Kılın tereyağdan çıktığı gibi, bid’at sahibi dinden çıkar.

 

Kur’an-ı Kerim’in harekelenmesi, Teravih namazlarının cemaatle eda edilmesi, Minarelerin yapımı, tesbihin kullanılması gibi itikadi ve ameli olmayan, ibadetleri kolaylaştırıcı ve çoğu “İcma-i Ümmet” deliline dayalı olan bir takım hususları bahane ederek; bid’at gibi tehlikeyi “hasene ve seyyie” şeklinde ayırıma tabi tutan insanlar yanılmışlardır. Hata ve günahlara kılıf bulmaya çalışmaktan, onları terk eylemek daha evladır, daha güzeldir.

 

Bu konuya değinmenin ve bu ifadeleri kullanmanın “mayın döşeli arazide futbol oynamak kadar tehlikeli” olduğunu biliyor ve kabul ediyorum. Ancak bu, hakikatleri “hasır altı” etmeye yeterli değil. Birçok insanın beni tenkit edeceğini, hakaretler savuracağını, fincancının katırlarını ürküteceğimi de hissediyorum, tahminen biliyorum.

 

Ancak, itiraz sahiplerinin cevaplamasını istediğim bir kaç soruyu zikretmem gerekiyor. Halkımız arasında Mevlid-i Şerif diye bilinen ve asıl adı ise “Vesiletü’n Necat” olan Nat-ı Şerif, bir rivayete göre Osmanlı’da 1589 yılında ve Padişah 3. Murat zamanında, diğer bir rivayete göre de Süleyman ÇELEBİ tarafından kaleme alındığı 1409 yılından sonra okunmaya başlanmıştır. İlk önce Mevlid Kandillerinde, daha sonraları ise diğer mübarek gecelerde de okunmaya devam edilmiştir. O halde, bu tarihlerden önce mübarek gecelerin ihyası esnasında Mevlid okunmadığına göre, evvelki uygulamalarda bir eksiklik var mıdır? Mevlid için ön görülen ecir ve sevabın ölçüsü ne kadardır? Mevlid yerine bir başkası tarafından yazılan şiir bestelenerek okunsa, sakıncası olur mu?…

 

Nelerle uğraştığımızı, abesle iştigalimizi, dinde olmayan faydasız işlerle meşgul edildiğimizi, oyalandığımızı, avutulduğumuzu, uyutulduğumuzu, narkozlandığımızı görüyor musunuz Müslümanlar? Bid’at ve hurafelerin saldırısına uğramış ve Müslümanlarca korunamamış, istilalara uğramasına göz yumulmuş bir dini anlayıştan, uydurulmuş İslâm’dan ne hayır bekliyorsunuz insanlar?

 

Önümüzde iki seçenek mevcut: Ya İslâm’ın aslına rücu edip, dareyn saadetine kavuşmanın mücadelesini vereceğiz veya uyumaya, dünya ve ukbayı heder edici, yarardan çok zarar getirici, ifsat hareketlerine devam edeceğiz. Karar sizin ve bizim…

Selam ve dua ile…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?